bu aralar tekrar okuduğum bir kitap var..TANRIDAN ÖNCE SON ÇIKIŞ adında...AYDIN TÜRKGÜCÜ adında emekli bir asker yazmış..doğum tarihlerimiz aynı .... kendisi ile tüyap kitap fuarında tanışıp uzun bir sohbet etmiştik...bana kitabını hediye etmişti imzalayıp..ilginç tespitleri var...paylaşayım istedim..


Bilgisayarın adı : Matrix (Tanrı) - Oyunun Adı : Dünya

“Sistemi çözen sistemi yönetir. Önemli olan sistemi çözmek değil, çözdükten sonra ayakta kalabilmektir.” Diyerek, tüm okuyucularımı kitabın üzerinde yaratacağı şoklara karşı universal sigorta tarafından sigortalamıştım. Çünkü içinde yaşadığımız dünya (Sistem) gücünü çözülmemişlikten almaktadır. Bu belirsizlik durumu için, bilim adamlarının karşılaştıkları belirsizlikler için kullandığı quantum (belirsizler) mekaniğini kullanmalıyız. Ancak konu soyut olduğundan üretilecek senaryolar kişilerin geçmişleri ve geçmişlerinin bilinç altlarında yarattıklarıyla bağlantılı olacaktır. (Örnek: Şeytan’ın Avukatı filminde; son sahnede intihar eden oyuncunun oyuna kaldığı yerden yeni bir şansla devam etmesiyle intihar desteklenmiştir)

Matrix filminde de bunun olumsuz bir örneği görülmektedir. Morpheus “ Bir önceki seviyenin gerçekliğine takılanlar yeni seviyeyi kavrayamamaktadır.” der. Senaryoda bir önceki seviyenin gerçekliğine takılıp kalmış bu yüzden silahlar ve mücadele bir önceki seviyeden seçilmiştir. Birinci bölümde sanal ortamın güzel bir tanımıyla başlayan film ikinci yarıda, Vietnam filmlerindeki düşmana tutsak düşen, arkadaşın kurtarılması için bol vurdulu kırdılı beyin gücü yerine ilkel insanların, ilkel silahlarla ve iyi kavga edenlerin kazandığı vücut gücüne dayalı bir mücadeleye dönüşüyor. (Filmin ikinci yarısı Malkoçoğlu Cüneyt’in kılıçla padişahın kızını kurtarmak için tek başına Bizans'a gidip kılıcıyla bütün Bizans ordusunu öldürüp Bizans'ı ele geçirmesini hatırlattı)
Bence aynı senaryo şöyle bir temele oturtulmalıydı. Bu gün itibariyle bebek anne rahmindeyken bazı fiziksel hastalıkları tespit edilip, doğmadan ameliyat edilebiliyor veya anne babanın onayı ile doğmamasına karar verilebiliyor. Daha ileri bir zamanda bebeğin beynini sanal ortamla bütünleştirebildiğimiz bir gelecekte. Bebeğe yükleyebileceğimiz senaryolar ile bebeğin ruhsal testlerini de yapıp ruhsal ve bedensel bir yeterlilikle doğuma karar verilebilecektir. Burada, bebeklerin hangisinin doğacağına karar veren sanal ortam bilgisayarının adı : Matrix, oyunun adı : Dünya version 19.0 olacaktır. (19. Yüzyıl = 19. Seviye)

Bebekler arasında mücadele sonucunda kazanan seçilmiş olacak ve milyonlarca aday bebek (sperm) arasından en dayanıklısı olarak doğmaya hak kazanacaktır (Rahme düşecektir.) Morpheus bebekleri eğiten bir öğretmen olmaya devam edecek ve adaylar eğitim sonrasında sınava tabi tutulacaklardır. Ben kitabımdaki senaryonun sonun da “Ben hayatı doğmadan önce doldurduğuma inandığım sanal ortam başvuru formuna göre kırılma noktalarımın tespit edilebilmesi için yaratılmış sanal bir ortam olarak kabul ettim. Bu yüzden her yeni güne “Ben Hazırım Başlasın” sözümü yazdığım sokak kapımı açarak başlıyorum.” (s.185) diyorum.

Matrix filmindeki sanal ortamla ilgili yapılan mantık hataları
(Filmin başarısı, filmde açıklanmamış sorunun azlığı ile doğru orantılıdır)
Sanal : Var gibi görünen aslında, olmayandır. Bilgisayar ekranındaki görüntüler sadece ekranda iken vardırlar. Onların bilgisayar hafızasındaki karşılıkları 1 ve 0’lardan oluşan bir sayı sistemidir. Bilgisayar oyunlarında bilgisayardan habersiz hiç bir işlem yapamazsınız. Çünkü sanal ortam onun ortamıdır ve onda bedenlenir ve onun bir parçası olursunuz.) Bu durumda;
Sanal ortamla mücadele sanal ortamın dışında yapılır
1. Neo'ya yerleştirilen dinleyiciyi bilmelerine rağmen Neo’nun evindeki matrix’e ait olan ve dinlenen telefonda neo'yla buluşmak için adres verildi. (Film boyunca matrix ortamda bütün konuşmalarında isim ve yer kullanmama gizliliğine uyulmadı.)

2. Morpheus ile ilk buluşma matrix ortamında yapıldı, Morpheus matrix her yerde ve şu an bu odada, pencereden gördüklerin gibi tanımlar yaptı. O zaman bu gizli görüşme Matrixten habersiz nasıl yapılabildi. (görüşme çok sakin geçti, sanki matrix hiç farketmeyecekmiş gibi)

3. Neo tek başına Matrixte kaldığı anda kaçarken sıradan bir insanın telefonuyla kendi santralini arayabildi. Herhalde Matrixten habersiz bir dış hat olamazdı.

4. Neden merkeze direkt bağlı ve temiz hatlı cep telefonu yerine, sanal ortamdaki sabit telefonlardan çıkış yapılamıyor.

5. Sanal ortamda üretilen ajanlar, insandan daha yavaştır dendi. Oysa sanal ortama giren insanda sanal bedeniyle sanal ortamın sınırlarına indergenmiş olacaktır.

6. İsyancıların telefonu açılınca direkt olarak santraldeki operatörü arıyordu. Oysa Kahine giderken köstebeğin açık olarak çöpe attığı telefonu operatör fark etmedi.

7. Neo’yu ilk sorgulamasında ağzını işlemez duruma getirerek işini kolayca halleden ajanların. Tekme tokat kavgaya girmesi çok komikti. (Belki bu yönetmene göre matrixin insanlara özenmesinin bir sonucudur)

8. Belki de en önemli çelişkilerden biri; Morpheus “Biz insanlığı matrixten kurtarmaya çalışıyoruz” demesine rağmen,
a. Filmin başında kız normal polislerin elinden kaçıp kurtulabilecekken polisleri öldürmesi.

b. Morpheus'u kurtarmak için binaya giderken girişteki masum polisleri katletmeyle başlayan kurtarma planları anlaşılır gibi değil. (Filmin pek çok yerinde olduğu gibi )

c. Çatışma sırasında düşmanının önünde yelpaze gibi dönerek takla atmak hedefi küçültmez büyütür. Yani daha kolay vurulursunuz. (Ama senaryo sizden tarafaysa polislerin yapacak bir şeyleri olamaz)

9. Matrixten çıkış yerlerine duvarların örülmesi, telefon kablolarının kesilmesi yine bir önceki seviyenin basit savaş tekniklerinden biriydi. Bence kendi sanal ortamlarında ki gibi matrix görüntüyü dondurarak, kargaşayı engeller ve mücadele burada devam ederdi.

10. Devamlı ajanlarla mücadele edildi ve bütün kararları ajanlar aldı. Böylece;
a. Matrix ajanlara indirgendi ve matrix’in temel yapısıyla ilgili bir mücadele yapılamadı.
b. Matrix insanları pil yapıp geçimini ve yaşamını sürdürmeye çalışan bir mantığa indirgendi.
c. Trinty helikopter yanındaki mücadelede ajanı kafasından vurunca, ajan o an için etkisiz hale geldi daha sonra başka bedende canlandı, aynı şey Morpheus’u kurtarırken ajanların mermi yağmurundan kaçamadıkları için vurulmalarında da yaşandı. Oysa Neo ile ajan Smith’in ikili mücadelesinde silahları birbirlerinin başına doğrultulduğu sırada, vurulsa bile hemen başka bedende canlanma ihtimaline rağmen ajan insancıl korkularla tetiği çekemedi.
Zaten senaryo filmin sonunda “Nasıl biteceğini bilmiyorum” sözüyle teslim oluyor

posted under | 0 Comments

Ah ulan MARADONA....

MARADONA dedik destekledik, o oradaysa,farkını hemen hissettirir dedik,  o adamın yeşil sahanın içinde olmasa bile kenarda olması  yeter dedik, o yeşil çimlerin etrafında durması bile futbolseverler adına büyük şans  dedik,  her an bir dahilik bekledik, aynı futbolculuğunda olduğu gibi, bir sıradışı hamle, bir taktik deha bekledik, o ne yaptı  ? elindeki tespihi ile, her iki koluna taktığı saatler ile, ellerini kavuşturup ,almanların işkence gibi futboluna seyirci kaldı,çok kırıldım  maradona. çooooooooookkkkk.....
oldum olası  ellerini  göğsünde kavuşturup izleyenlere dinleyenlere ,konuşanlara sinir olurum, ''dışarıdan gelen herşeye  kapalıyım'' mesajı verirler, ama maradona yapınca , sempatik geliyordu,  ne de olsa o en iyisiydi, o bir efsaneydi,  ondan iyimi bileceklerdi futbolu, maradona ve yeşil çimler, her futbolseverin görmek istediği bir manzaraydı, yazık oldu.
beni çocukluk günlerime tekrar geri götürmüştü, onu izleyerek futbol oynamaya başlamıştı bizim kuşak,
şu almanlar da hiç anlamıyorlar insan duygularından, geçmişe duyulan özlemden,  çok soğuklar ve  çok mantıklılar, bütün tadım kaçtı. ne olurdu sanki  maradona  o kupayı tekrar kaldırsaydı ? dünya kupası artık bitmiştir benim için,
bugün çok tatsız ve tuzsuz bir gün.artık  MARADONA yı izleyemiyeceğiz.soğuk almanlara karşı, sevimli  hollanda lıları, sıcak ispanyolları, ve hepsi birer kahraman ruhuna sahip  urugay takımını izleriz.
artık kim kazanırsa kazansın, umuruda değil, maradona  yoksa orada,neyleyim dünya kupasını.

posted under | 0 Comments

Zen hikayesinin yorumu.

hikayenin asıl anlatmak istedikleri............

Bir ZEN ustasına sormuşlar : GERÇEK nedir ? diye.usta cevap VER (ME) MİŞ

bir ustaya soru sormak , insanın gelişmesi için bulunmaz bir fırsattır..bir usta bulmak çok büyük bir şanstır..sana yol gösterecek birileri, ne yapacağını ve nasıl yapacağını söyleyecek birileri..eğer şu ana kadar ki yaşamında GERÇEK ten bir usta bulduysan çok şanslısındır.kelimeye dikkatli bakın, GERÇEKTEN bir usta bulmak demek, usta nın bir kişi , bir insan olmadığını, GERÇEĞİN TA KENDİSİNİN usta görevi gördüğünü anlatmak için kullanılmıştır..

bazen bir ustaya soru sorduğunda o sana başka bir şey söyler, sen onun sorunun cevabı olmadığını düşünürsün, hatta senin söylediğinle hiç bir alakası olmayan yanıtlar verir..bunun nedeni, bir usta nın senin içini tamamen duru bir şekilde görmesinden kaynaklanır.senin henüz farkına varmadığın potansiyelini o görür.sorunlarının kaynağını apaçık şekilde görür...sen henüz anlayamazsın, ama verdiği cevaplar senin farketmediğin bilinçaltı oyunlarını yok etmek içindir.anlaman zaman alır, o yüzden bir ustayı anlamak zordur..ona basit bir soru sorarsan o da basit şekilde cevaplar..anlamıyorsan sorun sendedir, usta da değil...

USTA CEVAP VER-(ME)-MİŞ....

Burada usta CEVAP VERMEYEREK , CEVAP VERMİŞ oluyor..çünkü usta biliyor ki GERÇEK açıklanamaz..tüm açıklamalar, gerçek HAKKINDA dır, ama gerçeğin kendisini anlatmaz...sadece hakkında konuşup durursun, etrafında dolaşırsın ama eve giremezsin...bu yüzden gerçek hakkında söylenecek her kelime, havada asılı kalacaktır..ama senin rasyonel zihnin, mantıklı açıklamalar bekleyecektir.gerçeği kalıplara sokup, etiketlemeye çalışacak, ve zihnine uyumlu hale getirebilmek için muhakeme ve yargılama yapacaktır..sadece gerçeğin mantıklı bir açıklaması olması için...bunu yapar çünkü henüz olgunlaşmamıştır...usta daha en başında doğru cevabı veriyor..gerçek nedir ? gerçek şu dur ? sessizlik.................................................. sessizlikte hiç bir açıklama yoktur, sadece boşluk vardır, ve sadece o an vardır...sadece o an da hiç bir açıklamaya gerek yoktur....işte o GERÇEK tir....usta cevap vermeyerek, gerçeği anlatmış oluyor..

adam duymadığını sanmış önce, tekrar sormuş, usta yine cevap VER (ME) MİŞ.bu sefer de anlamadığını düşünmüş,tekrar sormuş , usta yine cevap VER (ME) MİŞ.

şartlanmış zihin, asılı kalacağı bir bağa tutunmak ister...zihin böyle çalışır, her hangi bir bağı bul ve ona yapış..bunun için tekrar tekrar dener, mantıklı açıklaması olmalı diye düşünür..o yüzden zihin bahaneler uydurur, sanırım duymadı der...sanırım duydu ama ne demek istediğimi anlamadı der..yeter ki gerçek hakkında etiketleyebileceği bir ufak şey öğrenmek için ısrar eder...

''acaba yanlış bir soru mu sordum: cevabını bilmediğin soruyu soramazsın, bu insan yaşamının bir gizemidir, cevabı bilirsin, ama unutmuşsundur, sen o cevapla dünyaya geldin o cevaplar hep içindeydi....ve artık gün yüzüne çıkmaları gerekiyordu, şüphe yardımı ile onlar biraz kaşındı, rahatsız etmeye başladı, ve nihayetinde sormak zorunda bıraktı...
usta bunun üzerine adama bakmış, SORULAR YANLIŞ OLAMAZ, CEVAPLAR YANLIŞTIR demiş

zen hep zıtlıkları kullanır, çelişkileri kullanır, çünkü dünya dua liteden oluşmuştur..varoluşçu yaklaşım böyledir...dialektik tir...sorular doğru olduğunda zıtlık yasası gereği cevaplar yanlış olmalıdır...ama burada asıl dikkat edilmesi gereken şey : cevapların yanlış olma nedeni, eğer cevaplar yanlış olmasaydı sorular oluşamazdı.....yanlış cevaplar, doğru soruları meydana getirdi...zıtlık yasasını usta çok iyi bir şekilde kullandı....SES E KARŞILIK SESSİZLİĞİ YARATTI...

ben cevabımı verdim, ama sen duymadın demiş usta.....burada ''duymak'' kelimesi mecazi anlamda kullanılmıştır....kulaksız duymaktan bahsediliyor, kulaksız duymak insanın iç güdülerinin sezgilerinin çalışması demektir...adam duyamıyor çünkü usta ne demek istemiş anlamıyor...anlasa duyardı..duyupta anlayabilirdi..


devamı yarın..................

SAYGILARIMLA......

posted under , | 0 Comments

Bir ZEN ustasına sormuşlar :)

Bir ZEN ustasına sormuşlar : GERÇEK nedir ? diye.usta cevap VER (ME) MİŞ.
adam duymadığını sanmış önce,  tekrar sormuş, usta yine cevap VER (ME) MİŞ.bu sefer de anlamadığını düşünmüş,tekrar sormuş , usta yine cevap VER (ME) MİŞ.adam biraz sinirlenmiş, çünkü kimse duvara karşı konuşmak istemez, ustadan cevap gelmeyince , sinirleri gerilmiş.''acaba yanlış bir soru mu sordum '' neden cevap vermiyorsunuz'' demiş ?
usta bunun üzerine adama bakmış, SORULAR YANLIŞ OLAMAZ, CEVAPLAR YANLIŞTIR  demiş..
o zaman sorum doğru ise neden cevap vermediniz ?
ben cevabımı verdim, ama sen duymadın demiş usta.bunun üzerine  adam tekrar soruyorum  o zaman : GERÇEK nedir ? demiş.

usta hiç konuşmamış, öylece adamın yüzüne bakıyormuş..adam bunun üzerine , kendisinin aptal yerine konulduğunu hissetmiş, ve hiddetlenmiş :
bana bak USTA mısın nesin, ya soruma cevap  ver ya da seni çok kötü hırpalarım demiş.
usta gülümsüyormuş.
bunun üzerine adam iyice sinirlenmiş,öfkeden deliye dönmüş, ve hışımla ayağa kalkarak, ustanın suratına yumruk atmış ve yere düşürmüş,  usta hiç bir şey yapmadan ayağa kalkmış ve sonra oturmaya devam etmiş..ve yine gülümsüyormuş, bunun üzerine adam  öfkeden kıpkırmızı olmuş bir halde sormuş:

ya sen ne biçim bir adamsın, sana vurdum  hırpaladım, ama sen bana hiç birşey yapmadan, öylece oturuyorsun nasıl bir şey bu ya..bana vurmam için neden izin verdin ?  kendini neden savunmadın diye sormuş.
usta cevap vermiş: Bu benim sorunum değil ki , bu olayın benimle hiç bir ilgisi yok , bu olayın seninle bir ilgisi var, öfkelenen sensin, rahatsız olan sensin, vuran sensin, bunların hepsi seninle ilgili olan olaylar, senin ruh halindeki değişimler beni neden ilgilendirsin demiş hoca.
ama size hakaret ettim  vurdum, size bir şey yaptım, neden karşılık vermediniz bana ?  demiş adam.
EĞER BEN ,SEN OLSAYDIM, SANA İYİ DAVRANIRDIM demiş usta,
adam pişman olmuş yaptığı için, özür dilemiş, ama usta oralı bile olmamış.
lütfen özürümü kabul edin, çook pişmanım demiş, siz beni affetmezseniz, ömür boyu bu vicdan azabı ile yaşarım ,ne olur affedin beni demiş adam.
SEN ÖNCE KENDİNİ AFFET  diye cevap vermiş USTA....çünkü  bu senin sorunundu, benim değil.üzüntü senin üzüntün, benim değil, ben neden affedeyim seni ?
ama senin canını acıttım  zarar verdim, bunun için çok pişmanım demiş adam, benim canımı acıttıysan, içinde canın acıdığı için yaptın bunu, bana vurduysan, ÖNCE kendine vurdun içinde, kendini bu kadar hırpaladıktan sonra, için  bir özür bekliyor olmalı senden. ondan özür dile, ve ona artık iyi davran  demiş  USTA...
siz gerçekten tuhaf bir adamsınız demiş adam  aniden sırıtarak, ŞİMDİ SİZİ DAHA  İYİ ANLIYORUM 
beni anlamana sevindim , artık hiç bir şey düşünmezsin, DÜŞÜNÜYORSUN, ÇÜNKÜ ANLAMADIN, ANLADIĞINDA DÜŞÜNMEZSİN, ve artık sorduğun  soruların cevabını  nasıl alacağını öğrenmiş oldun  demiş usta.bu senin için büyük bir deneyimdi,artık  sorularının cevabını nasıl  alacağını biliyorsun, güle güle git sağlıcakla kal ve kendine iyi davran demiş  usta.....


adam şöyle bir bakmış ustaya: evet senden çok şey öğrendim, bunu öğrenmek isteyen herkese anlatıcam,
hadi o zaman biraz pratik yapalım  demiş hoca: ben senin öğrencin olayım, sen bana öğret .

peki o zaman başlıyoruz demiş adam, ders  1 :  GERÇEK  NEDİR ?
bunun üzerine  ZEN USTASI  adama öyle şiddetli bir şekilde vurmuş ki adam olduğu yere yığılıp kalmış..
ve demiş ki:  GERÇEK  MANTIKLI BİR ŞEY DEĞİLDİR.....

posted under | 5 Comments

RÜYAlar GERÇEK te varmıdır ?

ESKİ den kendime YENİ dünyalar yaratırdım.hiç ESKİ meyeceğini sandığım YENİ dünyalar....içlerini UMUT la doldururdum, ESKİ meyip YENİ kalsınlar diye.....arada bir canım sıkıldıkça YENİ dünyalarımı gezmeye giderdim...Oraya varınca UMUT larım karşılardı beni ……nerede kaldın, hani bizim HAYALLER imiz, onları getirmedin mi diye heyecanla sorarlardı… o yüzden benim gelişimi iple çekiyorlardı, …..elbette elim boş gitmiyordum, onlara vermek için HAYALLER im vardı ……… hepsi çocukça ve masumane….zaten yarattığım YENİ dünyaların hepsi öyle değil miydi ? yaratılmayı bekleyen YENİ dünyalarımın UMUT la olan karşılaşması , ilk görüşte AŞK a düşmüş SEVGİLİ lerin karşılaşması gibiydi….olabildiğince MASUM , ÇOCUKÇA ve GÜZEL…..tıpkı YARATICININ YARATACAĞI şeye duyduğu AŞK gibi…..ama TANRI dan tek farkım yarattıktan sonra AŞIK olmaktı….o ise önce AŞIK olup sonra yaratıyordu…bende TANRI gibiydim…Yarattığım YENİ dünyalara AŞIK olan…..ve onları HOŞ GÖREN …..bu yüzden UMUT larım ve HAYALLER imin vuslatlarını sona erdirmeliydim….UMUT zemininde HAYALLERİMİ VAR etmeliydim…….

Gel ZAMAN git ZAMAN yine bir gün Yollara düştüm….YENİ dünyalarımı ziyaret etmek ve onlara YENİ HAYALLER VE UMUTLAR verebilmek için…..AZ gittim UZ gittim, ÇOK gittim….dere tepe düz gidemedim…hepsi engebeliydi yollarımın , tabiî ki ya neden akıl edemedim ? tepe hiç düz olurmuydu ? ova ve vadiler düzdü…oralardan da geçtim…ama hala YUVA ma varamamıştım……inatla ve hırsla yoluma devam ettim…yürüdüm,yürüdüm, yürüdüm, ama hala uçsuz bucaksız boşluk vardı….artık iyice yorulmuştum, susuzluğum had safhaya çıktı….SU bulmalıydım….SUSUZLUĞUMU normal içme suyu ile gideremezdim…..benim YENİ dünyalarımda şelaleler akarsular vardı….oraya gidip o sulardan kana kana içmeliydim…..bu yüzden amacımdan sapmadan yürümeye devam ettim…..YENİ dünyalarım buralarda bir yerde olmalıydı…….burada olmalılardı, çünkü onları ben yaratmıştım….yoksa onları nereye inşa ettiğimi hatırlamıyor muyum ?
YOL-culuğum yapayalnız bir şekilde devam ediyordu…YOL-da karşıma hiç kimse çıkmadı…..ve artık yorgun düşmüştüm…..bir yerlerde oturup dinlenmeliydim…oturmak için eğildim ..ama ! ama ! ama ! oturacak yer yok….YER nereye gitti…..lanet olsun düşüyorum, her tarafım boşluk, boşluğa doğru düşüyorum…..hayır olamaz, ben YENİ dünyalarıma gitmeliyim….UMUT larım var orada…hayır düşüyorum……….ama düşmemeliyim….hemen cebimdeki UMUT larımı devreye soktum..ve kendimi düşmekten alıkoydum…aslında sadece düşmeyi erteledim… beklide hala düşüyorum derinlik çok yoğun olabilir…..ama olsun UMUT larım onu engeller…….
Neyse ki boşluktan kurtulmuştum….bir yer HAYAL ettim ve oturdum….dinlendim…ve tekrar YOL a koyuldum…..yürüdüm, yürüdüm, ve nihayet nihayet UFUK ta YENİ dünyalarımı gördüm….ve hızla heyecanla koşmaya başladım……onlar oradaydı…..onları görmüştüm…….bir tuhaflık vardı…..ŞÜPHELENDİM…..ben ne kadar hızlı koşarsam onlarda benden o kadar hızlı uzaklaşıyordu……ama böyle olmamalıydı…..BEN den neden kaçıyorlardı ki ? BEN onlara ne yapmıştım ? onları büyük bir SEVGİ ve AŞK la yarattım….karşılığı bu mu olmalıydı ? bunları düşünürken, aynı anda UMUT larımın da azaldığını gördüm…….UMUT larım bitiyor tükeniyor…..

UMUT larım YENİ dünya mın orada olduğunu söylüyordu….ama orada bir şey gözükmüyordu UMUT lar yalan söylemezdi ki ? yoksa söylerler miydi ? o zaman HAYAL ederek YENİ UMUTLAR yaratmalıydım……YENİ den HAYAL edip UMUT lar yarattım…YENİ dünyalarımı doldurmak için….ama ne yazık ki hepsinin içi boştu…..YENİ den YENİ DÜNYALAR yaratılmıyordu…..ESKİ den YENİ DÜNYA LAR yaratılıyordu….nasıl olurda tek bir ESKİ den sınırsızca YENİ DÜNYALAR çıkabiliyordu…bu işte bir terslik olmalı……..
Ben UMUT mu yaratıyordum yoksa YENİ dünya mı ? ESKİ yimi kullanmalıyım YENİ yimi ? tanrım sanırım yeteneklerimi kaybediyorum…YARATAMIYORUM……..ama sen yaratabiliyorsun tanrım….
Aman tanrım, TANRIM demeye başladım….ben tanrıydım hani, sürekli yaratan dım….özelliklerime ne oldu ? yoksa ben TANRI değilmiyim..?

posted under | 1 Comments

Ego üzerine.

En önce anlaşılması gereken şey egonun ne olduğudur. Bir çocuk doğar. Doğduğunda kendisi hakkında hiçbir bilinci, bilgisi yoktur. Ve bir çocuk doğduğunda ilk olarak farkına vardığı şey kendisi değil diğeridir. Bu doğaldır çünkü gözler dışa doğru açıktır, eller diğerlerine dokunur, kulaklar başkalarını duyar, damak yiyecekleri tadar ve burun dışarıyı koklar. Tüm bu duyular dışa doğru açıktır.
Doğmanın anlamı da budur. Doğumun anlamı bu dünyaya gelmektir, dışarının dünyasına. Dolayısıyla da bir çocuk doğduğunda, bu dünyanın içine doğar. Gözlerini açar ve diğerlerini görür. Diğer sen demeksin. Çocuk ilk önce annesinin farkına varır. Daha sonra da yavaş yavaş kendi bedeninin farkına varmaya başlar. Bu da aslında diğerdir ve de bu dünyaya aittir. Acıkır ve bedenini hisseder; ihtiyacını giderdiğinde de bedenini unutur.
Bir çocuk şöyle yetişir: Önce senin, ötekinin farkına varır ve sonraysa seninle, ötekiyle kıyaslayarak yavaş yavaş kendisinin farkına varır.
Bu farkındalık yansıtılmış bir farkındalıktır. O kendisinin kim olduğunun bilincinde değildir. O yalnızca annenin ve de onun kendisi hakkında ne düşündüğünün farkındadır. Eğer annesi ona gülümserse, onu takdir ederse, 'Sen çok güzelsin' derse, onu kucaklayıp öperse çocuk kendisi hakkında iyi şeyler hisseder. İşte şimdi bir ego doğmuştur.
Takdir, sevgi, ilgi aracılığıyla iyi olduğunu, değerli olduğunu ve bir önemi olduğunu hisseder.
Bir merkez doğar.
Yalnız bu merkez yansıtılmış bir merkezdir. Onun gerçek varlığı değildir. Kendisinin kim olduğunu bilmez; yalnızca başkalarının kendisi hakkında ne düşündüğünü bilir. Ve bu bir egodur; yansıma... başkalarının ne düşündüğüdür. Şayet herkes onun bir işe yaramaz olduğunu düşünürse kimse onu takdir etmez, ona gülümsemez. Böyle bir durumda da bir ego doğar: Hastalıklı bir ego; üzgün, reddedilmiş, kendisini değersiz ve diğerlerinden aşağıda hissederken incinmiş. Bu da bir egodur. Bu da bir yansımadır.
Önce anne; ve anne başlangıçta tüm dünya demektir. Sonradan anneye başkaları katılır ve dünya büyümeye başlar.Ve bu dünya büyüdükçe de ego daha karmaşıklaşır çünkü birçok başka insanın daha görüşleri yansır.
Ego biriktirilmiş bir olgudur, başkalarıyla yaşıyor olmanın bir yan ürünüdür. Eğer bir çocuk tamamıyla yalnız yaşarsa, hiçbir zaman ego geliştirmeyecektir. Ama bunun bir yararı olmaz. Bir hayvan gibi kalacaktır. Hayır, böyle bir şey onun gerçek kendi benliğini bileceği anlamına gelmez.
Ego bir zorunluluktur çünkü gerçek olan ancak sahtesi aracılığıyla anlaşılır. Kişi onun içerisinden geçip gitmelidir. Bu bir öğretidir. Gerçek yalnızca yanılsama sayesinde anlaşılır. Gerçek olanı doğrudan bilemezsin. Öncelikle gerçek olmayanın ne olduğunu bilmek zorundasın. Önce gerçek olmayanı tanımak zorundasın. Bu tanışıklık vasıtasıyla gerçeğin ne olduğunu bilmek için yeterli hale gelirsin. Şayet sen sahteyi sahte olarak bilirsen, gerçek üzerine gün gibi doğar.

Ego bir ihtiyaçtır; o toplumsal bir ihtiyaç, toplumsal bir yan üründür. Toplum senin çevrendeki her şeydir - sen değil ama etrafındaki tüm şeylerdir. Her şeyden seni çıkarttığındaki şeydir toplum. Ve herkes yansıtır. Okula gidersin ve öğretmen senin kim olduğunu yansıtacaktır. Diğer çocuklarla arkadaşlıkların olacak ve onlar senin kim olduğunu yansıtacaklar. Adım adım herkes senin egona bir şeyler katar ve herkes egonu topluma problem oluşturmayacak hale getirmeye çalışır.
Onların derdi sen değilsin. Onlar toplumla ilgilenmektedirler Toplum kendisini düşünür ve bu böyle de olmalıdır.
Onların önemsediği şey senin 'kendini bilen' insan haline gelmen değildir. Onlar için önemli olan senin toplum denen mekanizmanın yararlı bir parçası olmandır. Resmi bozmamalısın. Dolayısıyla da sana toplumla uyumlu bir ego verirler. Sana ahlak öğretirler. Ahlak, sana topluma uyacağın bir ego vermek anlamına gelir. Eğer sen ahlaklı değilsen, şurada yada burada uyumsuz olursun. Bu sebeple suçluları hapishanelere koyarız - hayır, yanlış bir şey yaptıklar için yada onları hapse atmakla onların iyileşeceği için falan değil! Sadece onlar uyumsuzdur. Onlar sorun üretirler. Onların sahip oldukları türden egoları toplum onaylamaz. Şayet toplum onaylarsa her şey iyidir.
Bir adam birisini öldürür: o bir katildir.
Ve aynı adam savaş zamanında binlercesini öldürür: o muhteşem bir kahraman haline gelir. Toplum cinayetten rahatsız olmaz ama cinayetin toplum için işlenmesi gerekir.O zaman sorun kalmaz.
Toplum ahlakı önemsemez. Ahlak yalnızca senin topluma uyman demektir. Toplum savaştayken ahlak değişir.
Barış dönemindeyken toplumun başka ahlakı vardır
Ahlak toplumsal bir politikadır. Diplomatiktir. Tüm çocukların toplumla uyumlu halde yetiştirilmesi şarttır ve her şey bu kadar basittir. Çünkü toplumun ilgilendiği tek şey yararlı üyelerdir. Toplum senin kendini bilmen gerekliliğiyle ilgili değildir.
Toplum bir ego yaratır çünkü ego istenilen yönde kullanılabilir ve kontrol altında tutulabilir. Kişinin öz benliğiyse hiçbir zaman kontrol edilip kullanılamaz. Toplumun bir insanın öz benliğini kontrol altında tuttuğu duyulmuş bir şey değildir
Çocuğun bir merkeze ihtiyacı vardır ve çocuk kendi merkezinin tamamıyla farkında değildir. Toplum ona bir merkez verir ve çocuk ta azar azar toplumun kendisine verdiği egonun kendi merkezi olduğuna ikna olur.
Bir çocuk eve döner - şayet sınıfta birinci olduysa tüm aile mutludur. Onu kucaklayıp öper, omzunuza alır dans edersin ve 'Ne güzel bir çocuk! Sen bizim için gurur kaynağısın' dersin. Ona ayırt edilmesi güç bir ego verirsin. Eğer çocuk eve utanç içinde, başarısız becerememiş, sınıfta kalmış olarak gelirse yada alt sıralarda kalmışsa - o zaman kimse onu takdir etmez ve o da kendisini dışlanmış hisseder. Bir dahaki sefere daha sıkı çalışacaktır çocuk çünkü merkezi sarsıntı hisseder.
Ego her zaman sarsıntıdadır, her zaman beslenmenin peşindedir, yani birisinin takdir etmesi gerekir. Bu nedenledir ki sürekli ilgi talep edersin.
Kim olduğun hakkında başkalarından fikir alırsın. Bu doğrudan bir deneyim değildir.
Senin kim olduğun hakkında edindiğin fikirler başkalarından gelir. Onlar senin merkezini biçimlendirir. Bu merkez sahtedir çünkü sen kendine ait gerçek merkezini taşımaktasın. O kimsenin karışamayacağı bir şeydir. Kimse ona şekil veremez.
Sen onunla beraber gelirsin.
Sen onunla doğarsın.
Bu demektir ki, senin iki merkezin vardır. Birisi varoluşun sana vermiş olduğu, senin beraber geldiğin merkezdir. Bu gerçek öz benliğindir. Ve diğeri, toplum tarafından yaratılmış olan merkez ise egodur. O sahte bir şeydir - ve çok büyük bir kandırmacadır. Ego arcılığıyla toplum sen kontrol etmektedir. Sen belli bir şekilde davranmak zorundasın çünkü sadece o zaman toplum seni takdir eder. Belli bir tarzda yürümek, belli bir şekilde kahkaha atmak; belli bir tarzı, ahlakı, formülü takip etmek zorundasın. Ancak o zaman toplum seni takdir eder ve etmezse de egon sarsılır. Ve egon sarsıldığında, kim olduğunu, nerede olduğunu bilmezsin.
Başkaları sana fikri verdi.
Bu fikir egodur.
Onu mümkün olduğunca derinden anlamaya çalış çünkü ondan kurtulmak durumundasın. Ve ondan kurtulamazsan hiçbir zaman öz benliğine ulaşamazsın. Çünkü sen merkeze bağımlı haldesin, hareket edemezsin ve öz benliğine bakamazsın.
Ve, egonun parçalanacağı, kim olduğunu bilmeyeceğin, nereye gidiyor olduğunu bilemeyeceğin, tüm sınırların eriyip gittiği geçici bir zaman dilimi, bir aralık olacağını anımsa.
En basitinden aklın karışacak, bir kaos olacak.
Bu kaos nedeniyle egonu kaybetmekten korkarsı. Fakat bu böyle olmak zorundadır. Kişi kendi gerçek merkezine varmadan önce bu kaosun içerisinden geçmek zorundadır.
Ve şayet cesursan, bu dönem kısa olacaktır.
Eğer korkarsan ve tekrar egonun kucağına düşersen, yeniden onu ayarlamaya başlarsan, işte o zaman çok çok uzun sürebilir; bir çok hayat ziyan edilebilir.
Şöyle bir öykü duymuştum: Küçük bir çocuk büyükannesini ziyaret etmekteymiş. Sadece dört yaşındaymış çocuk. Geceleyin büyükannesi onu uyuturken çocuk aniden bağırmaya ve ağlamaya başlamış ve "Eve gitmek istiyorum. Karanlıktan korkuyorum" demiş. Fakat büyükanne de, "Çok iyi biliyorum ki, evde de karanlıkta uyuyorsun; hiç bir zaman ışığının yandığını görmedim. Öyleyse burada neden korkuyorsun?" diye sormuş. Çocuk, "Evet, bu doğru - ama o BENİM karanlığımdı" demiş. Bu tamamıyla bilinmeyen bir karanlık.
Karanlık ile birlikte bile, "Bu BENİM" diye hissediyorsun. Dışarıdayken bilinmeyen bir karanlıktır. Egoyla birlikte ise "Bu BENİM" diye hissediyorsun.
Sorunlu olabilir, belki de bir çok can sıkıntısı yaratır ama hala o benim. Tutunacağın, yapışacağın, ayaklarının altında olan bir şey; boşlukta, vakumda değilsin. Berbat bir durumdasın ama en azından VARSIN. Kötü hissetmek bile sana 'ben varım' hissi verir. Ondan uzaklaşınca korku her yanı sarar; bilinmeyen karanlıktan ve kaostan korkmaya başlarsın - çünkü toplum senden bir parçayı silmeyi başarmıştır.
Aynen ormana gitmek gibidir bu. Biraz temizlik yaparsın, zemini biraz temizlersin; çit örer, küçük bir kulübe yaparsın; küçük bir bahçe yaparsın, çim bir alan ve iyisindir. Çitinin ötesi ormandır, vahşidir. Burada (alanında) her şey yolundadır, her şeyi planladın. Nasıl olduğu böyledir işte.
Toplum senin bilincinde bir miktar temizlik yapmıştır. Küçük bir kısmını tamamen silmiştir, çitle çevirmiştir. Orada her şey yolundadır. İşte tüm üniversitelerinin yaptığı da budur. Bütün kültürün ve şartlandırmanın temeli kendini evinde hissettirecek bir kısımı temizlemektedir.
Ve sen o zaman korkarsın.
Çitin ötesinde tehlike vardır.
Çitin ötesindeki de, çitin içindeki gibi sensin - ve bilinçli zihnin sadece bir bölümüdür, tüm varlığının onda biridir. Onda dokuz karanlıkta bekliyor. Ve bu onda dokuzun içinde senin gerçek merkezin saklıdır.
Korkusuz, cesur olmak zorundasın.
Bilinmeyene adım atmalısın.
Bir süre tüm sınırlar kaybolacaktır.
Bir süre başın dönecek.
Bir an için deprem olmuşçasına çok korkacak ve sarsılacaksın. Ama eğer cesur olur, geri çekilmezsen sürekli bir şekilde egonun kucağına düşmezsen, bir çok hayatların boyunca taşımakta olduğun gizli bir merkezin vardır orada.
Bu senin ruhun, benliğindir.
Bir kez ona yakınlaştığında, her şey değişir, her şey yerine oturur. Fakat bu yerleştirme toplum tarafından yapılmaz. Artık her şey bir kaos değil kozmosa dönüşür; yeni bir düzen ortaya çıkar. Fakat bu artık toplumun düzeni değildir - o tam olarak varoluşun kendi düzenidir.
O, Buda'nın Dhamma, Lao Tzu'nun Tao, Heraclitus'un Logos dediği şeydir. İnsan yapımı değildir. O TAM OLARAK varoluşun kendi düzenidir. O zaman aniden her şey tekrar güzelleşir ve ilk olarak gerçekten güzeldir çünkü insan yapısı şeyler güzel olamazlar.
Yapabileceğin en iyi şey onların çirkinliklerini gizlemektir hepsi bu. Onları süsleyebilirsin ama hiçbir zaman güzel olamazlar. Aradaki fark aynen gerçek bir çiçekle plastik yada kağıt çiçekler arasındaki gibidir. Ego plastik bir çiçektir - ölüdür. O çiçek gibi gözükür, çiçek değildir. Onu bir çiçek olarak adlandıramazsın. Hatta onu çiçek olarak adlandırmak dilbilimi açısından da yanlıştır çünkü çiçek, açan şeydir. Ve bu plastik şey sadece bir nesnedir, çiçek açmanın kendisi değil. O ölüdür. İçinde yaşam yoktur.
İçinde çiçek açan bir merkeze sahipsin. Bu yüzden Hindular onu bir lotus çiçeği olarak adlandırırlar - o çiçek açmanın kendisidir. Bin yapraklı lotus çiçeği derler ona. Bin tane demek sınırsız yaprak demektir. Ve çiçek açmaya devam eder, hiçbir zaman durmaz, ve hiçbir zaman ölmez.
Ama sen plastik bir egoyla yetiniyorsun.
Neden yetiniyor olduğunun sebepleri var. Ölü bir şeyde çok uygun şeyler vardır. Bir tanesi, ölü bir şeyin hiç ölmeyeceğidir. Ölemez - hiç yaşamadı ki! Dolayısıyla plastik çiçeklere sahip olabilirsin; bir yönden iyidirler. Kalıcıdırlar; ölümsüz değil, süreklidirler
Bahçenin dışındaki gerçek çiçek ölümsüzdür ama kalıcı değildir. Ve ölümsüz olanın kendisine özgü ölümsüz olma yolu vardır. Ölümsüz olmanın yolu tekrar tekrar doğup ölmektir. Ölüm yoluyla kendisini tazeler, gençleştirir.
Bize göre çiçek ölmüş gibi görünür - hiç ölmez.
Sadece bedenleri değiştirir, böylece her dem tazedir.
Eski bedeni bırakıp yenisine girer. Başka bir yerde açar; açmaya devam eder. Yalnız, biz bu sürekliliği göremeyiz çünkü o görünmezdir. Biz yalnızca bir çiçeği, başka bir tanesini görürüz, hiç bir zaman sürekliliği görmeyiz.
Dün açan çiçekle aynı çiçektir o.
Aynı güneştir ama ayrı bir elbisede.
Egonun belli bir niteliği vardır - o canlı değildir. O plastikten yapılma bir şeydir. Ve onu elde etmek çok kolaydır çünkü onu birileri verir. Senin aramana gerek yoktur, arayışla bir ilgin yoktur. Bilinmeyenin peşinde bir arayan haline gelmezsen, bir birey olamamışsın demektir bu. Sadece kalabalığın bir bileşenisindir. Sadece bir kütlesin.
Gerçek bir merkeze sahip değilken nasıl bir birey olursun?
Ego birey değildir. Ego toplumsal bir olgudur - o toplumdur, sen değilsin. Fakat o sana toplumda bir işlev verir, toplumda bir yer verir. Ve eğer sen onunla yetinmeye devam edersen, kendi benliğini bulma fırsatını temelden yitirmiş olursun.
İşte bu yüzden son derece mutsuzsun.
Plastik bir hayatla nasıl mutlu olabilirsin ki?
Sahte bir yaşamla nasıl zevkli, huzurlu ve mutluluk içerisinde olabilirsin? İşte o zaman da ego bir çok can sıkıntısı yaratır, milyonlarcasını.
Sen onu göremezsin çünkü o senin kendi karanlığın. Ona göre ayarlandın.
Tüm mutsuzlukların ego aracılığıyla hayatına girdiğini fark ettin mi? O seni mutlu kılmaz; sadece mutsuz yapar.
Ego cehennemdir.
Acı çektiğin zaman izleyip analiz etmeye çalış ve göreceksin ki, bir yerlerde neden egodur. Ve ego acı çekmek için sebepler bulmaya devam eder.
Sen de herkes gibi bir egoistsin. Bazıları yüzeydedir, çok belirgindir ve onlar çok ta zor değildir. Bazılarıysa çok derinlerde ve zor fark edilirler ve onlardır esas problem.

Bu ego sürekli olarak başkalarıyla çatışma halinde belirir çünkü her ego kendinden hiç emin değildir. Öyle olmak ta zorundadır - çünkü sahtedir. Elinde hiç bir şey olmadığı halde var olduğunu düşünüyorsan, sorun çıkacaktır. Biri çıkar da "Sende hiç bir şey yok" derse, kavga başlar, çünkü sen de bir şey olmadığını hissediyorsun. Diğerleri gerçeği fark etmeni sağlar.
Ego sahtedir, o hiçbir şeydir.
Bunu sen de biliyorsun.
Bunu nasıl olur da bilemezsin? Mümkün değil! Bilinçli bir varlık - nasıl olur da bu egonun sahte bir şey olduğunu bilemez? Ve birilere diyor ki, hiç bir şey yok - ve birileri hiç bir şey yok dediğinde gerçeği söylerler onlar; darbe yersin - ve hiç bir şey doğrular kadar çarpıcı olamaz.
Savunmak zorundasın çünkü savunmazsan, savunmaya çekilmezsen, o zaman nereye gideceksin?
Kayıplara karışacaksın.
Kimliğin dağılacak.
Dolayısıyla savunacak ve savaşacaksın - çatışma budur işte.



Kendi benliğini bulmuş bir insan hiç bir zaman çatışmaz. Birileri onunla çatışmaya gelse de, o kimseyle çatışma halinde değildir.
Bir Zen üstadı sokak boyunca yürürken başına böyle bir şey gelmiş. Bir adam koşarak gelmiş ve sert bir şekilde ona vurmuş. Üstat yere düşmüş. Ayağa kalkmış ve önceden yürüdüğü yönde, geriye bile dönüp bakmadan tekrar yürümeye başlamış.
Yanında bir öğrencisi varmış. Şoka uğramış. "Bu adam da kim? Bu nedir? Böyle birileri yaşıyorken, herhangi birisi gelip sizi öldürebilir. Ve siz adamın kim olduğunu, bunu neden yaptığını merak edip dönüp bakmadınız bile" demiş.
Üstat da, "Bu onun sorunu, benim değil" demiş.
Sen aydınlanmış birisiyle çatışabilirsin ama bu senin sorunundur, onun değil. Ve bu çatışmada incinirsen o da senin kendi sorunundur. O seni incitemez. Bu bir duvarı yumruklamak gibidir - canın yanacaktır ama duvar değildir seni inciten.
Ego sürekli problem peşinde koşar. Neden? Çünkü kimse sana ilgi göstermezse, ego acıkmış hisseder.
O ilgi ile yaşar.
Dolayısıyla, birisi sana kızgın ve seninle kavga ediyorsa, bu bile iyidir çünkü en azından ilgisi üzerindedir. Eğer birisi severse, iyidir. Eğer kimse seni sevmiyorsa, o zaman kızgınlık bile iyi olacaktır. En azında ilgi üzerinde olacaktır. Fakat, kimse sana hiç bir ilgi göstermezse, kimse senin önemli birisi olduğunu düşünmezse, o zaman egonu nasıl besleyeceksin?
Diğerlerinin ilgisine ihtiyaç vardır.
Milyonlarca şekilde insanların ilgisini çekersin; belli bir tarzda giyinirsin, güzel görünmeye çalışırsın, çok kibar olursun, roller edinirsin, değişirsin. Ne tür koşulların geçerli olduğunu sezinlediğinde , hemen insanların sana ilgi göstereceği yönde değişiverirsin.
Bu çok derinden bir dilenciliktir
Gerçek bir dilenci ilgi arayan ve talep eden kişidir. Ve gerçek imparator da kendi içinde yaşayandır; onun kendi merkezi vardır, başka kimseye bağımlı değildir.
Buda bodhi ağacının altında oturuyor… o an dünya yok oluverse, Buda için bir şey fark edecek midir? Hiç bir şey. Hiç bir şey fark etmemiş olacaktır. Tüm dünya kaybolsa bir fark yaratmayacak çünkü o merkezine ulaşmıştır.
Ya sen; şayet eşin kaçar, seni boşar, başka birisine giderse tamamıyla dağılırsın - çünkü o sana ilgi gösteriyordu, özen gösteriyor, seviyor, etrafında dolaşıyor, senin kendini birisi olarak hissetmene yardım ediyordu. Tüm imparatorluğun kayboldu, sen dağılıverdin. İntihar etmeyi bile düşünmeye başlarsın. Neden? Neden karın seni terk edince intihar edesin? ? Neden kocan seni terk edince intihar edesin? Çünkü kendine ait bir merkezin yok. Karın sana merkezi veriyordu; kocan sana merkezi veriyordu.
İnsanlar bu şekilde varolurlar. Böylelikle insanlar başkalarına bağımlı hale gelir. O çok derinden bir köleliktir. Ego bir köle olmak ZORUNDADIR. O başkalarına bağımlıdır. Ve sadece egosu olmayan kişi ilk defa olarak efendidir; artık o bir köle değildir. Bunu anlamaya çalış.
Ve egoyu kendi içinde aramaya başla - başkalarında değil, bu senin işin değildir.
Kendini ne zaman mutsuz hissedecek olursan hemen gözlerini kapa, bu mutsuzluğun nereden gelmekte olduğunu bulmaya çalış ve her seferinde göreceksin ki, sahte merkezin başka biriyle çatışmakta.
Sen bir şey umdun ve gerçekleşmedi.
Sen bir şey bekledin ve tam tersi oldu - egon sarsıldı, mutsuzsun. Yalnızca bak; ne zaman mutsuz olursan, neden olduğunu bulmaya çalış.
Sebepler senin dışında değil. Temel neden içindedir - ama sen her zaman dışarı bakarsın, her zaman sorarsın:
Beni kim mutsuz ediyor?
Benim kızgınlığımın sebebi kim?
Ben kim hayata küstürüyor?
Ve dışarı bakarsan göremezsin.
Sadece gözlerini kapa ve her seferinde içe bak.
Tüm mutsuzluğunun, kızgınlığının, can sıkıntının kaynağı sende, egonda gizli.
Ve kaynağı bulursan, onun ötesine geçmen kolaylaşacaktır. Eğer senin başına dert açan şeyin kendi egon olduğunu görebilirsen, ondan kurtulmayı tercih edersin - çünkü hiç kimse mutsuzluğunun kaynağını anlayacak olduktan sonra onu taşıyamaz.
Ve şunu unutma ki, egodan vazgeçmen için bir neden yoktur.
Ondan vazgeçemezsin. Ondan kurtulmaya çalışırsan, "Alçak gönüllü oldum" diyen, daha zor fark edilen türden bir egon olacaktır.
Alçak gönüllü olmaya çalışma. Bu kendini gizleyen bir egodur - ama ölü değildir.
Alçak gönüllü olmaya çalışma. Alçak gönüllü olmayı kimse deneyemez, ve kimse kendi çabasıyla alçak gönüllülüğü yaratamaz, asla! Ego ortadan kaybolunca, alçak gönüllülük sana gelir. O yaratılan bir şey değildir. O gerçek merkezin gölgesidir.
Ve gerçekten alçak gönüllü bir adam ne alçak gönüllüdür ne de bencil.
O sadece basittir.
Hatta alçak gönüllü olduğunun bile farkında değildir.
Eğer alçak gönüllü olduğunun farkındaysan, orada ego vardır.
Alçak gönüllü kimselere bak…Kendilerinin gerçekten alçak gönüllü olduğunu düşünen milyonlarca insan vardır. Yerlere kadar eğilirler ama izle onları - en sofistike egoistlerdir onlar. Artık onların besinlerinin kaynağı alçak gönüllüktür. "Ben alçak gönüllüyüm" derler ve sonra da sana bakıp senin onları takdir etmeni beklerler.
Senin onlara "Sen gerçekten alçak gönüllüsün" demeni isterler. "Aslında sen dünyanın en alçak gönüllü kişisisin; hiç kimse senin kadar alçak gönüllü değil". Sonra da yüzlerine gelen gülümsemeye bak. Ego nedir? Ego "Kimse benim gibi değil" diyen bir hiyerarşidir. Alçak gönüllülükle kendisini besleyebilir - "Kimse benim gibi değil, ben en alçak gönüllü kişiyim"
Zamanın birinde: Sabahleyin hava henüz aydınlanmamışken fakir bir dilenci caminin birinde dua etmekteydi. Kutsal bir gündü ve o dua edip şöyle diyordu, "Ben bir hiçim. Ben fakirlerin en fakiriyim, günahkarların en büyüğüyüm"
Birden. bir başka kişinin daha dua etmekte olduğunu fark etti. Adam ülkenin imparatoruydu ve bir başka kişinin daha dua etmekte olduğunun farkında değildi - karanlıktı, ve imparator da, "Ben bir hiçim. Kimse değilim. Sadece kapındaki bir dilenciyim" diyordu. Başka birisinin daha aynı şeyleri söylediğini duyduğunda imparator dedi ki, "Durun! Beni geçmeye çalışan da kim? Sen kimsin? Bir imparator 'bir hiç olduğunu' söylerken, onun önünde aynı şeyi söylemeye nasıl cesaret edersin?"
İşte ego böyle çalışır. Çok zor fark edilir. Onun çalışması çok kurnazca ve derindendir, çok çok uyanık olmalısın ancak o zaman onu görebilirsin. Alçak gönüllü olmaya çalışma. Yalnızca tüm mutsuzlukların, acıların ego yoluyla geldiğini görmeye çalış.
Sadece izle. Vazgeçmene gerek yok.
Ondan vazgeçemezsin. Kim vazgeçecek ondan? O zaman da vazgeçenin kendisi egoya dönüşecektir. Her zaman geri dönecektir.
Her ne yapıyorsan yap, dışında kal ve bak, izle.
Ne yaparsan yap - alçak gönüllülük, mütevazılık, basitlik - hiç birisi yardımcı olmaz. Mümkün olan sadece bir şey vardır, o da tüm mutsuzluğunun kaynağının ego olduğunu izlemektir. Onu söyleme. Tekrar etme - İZLE. Çünkü ben onun tüm mutsuzluklarınızın kaynağı olduğunu söylersem ve sen de bunu tekrar edersen yararsız olur bu. SEN bu anlayışa gelmek zorundasın. Her mutsuz olduğunda yalnızca gözlerini kapa ve dışardan nedenler arama. Bu mutsuzluğun nereden kaynaklandığını görmeye çalış. O senin kendi egondur.
Eğer sürekli olarak egonun esas kaynak olduğunu anlar ve hissedecek olursan, bu derinlerde kök salar ve egonun bir gün onun ortadan kayboluverdiğini görürsün. Kimse ondan kurtulmaz - kimse ondan kurtulamaz. Onu öylece görürsün; ortadan kayboluverir çünkü her şeyin kaynağının ego olmasının anlaşılması demek ondan kurtulmak demektir. BUNU ANLAMAK DEMEK EGONUN KAYBOLMASI DEMEKTİR.
Ve sen egoyu başkalarında görmek hususunda çok kurnazsın. Her hangi birisi başka birinin egosunu görebilir. Kendininkine sıra geldiğindeyse, işte o zaman sorunlar ortaya çıkar - çünkü araziyi bilmiyorsun, orada hiç gezinmedin ki.
Nihai olana, tanrısal olana giden yolun tümü, egonun bu zorlu arazisinden geçmek zorundadır. Sahte olanın sahteliği anlaşılmak zorundadır. Mutsuzluğun kaynağı olan, mutsuzluğun kaynağı olarak anlaşılmalı - o zaman ortadan kalkıverir.
Onun zehir olduğunu bildiğin zaman kaybolur. Onun ateş olduğunu bildiğinde kaybolur. Bunun cehennem olduğunu anladığında yok olur.
Ve işte o zamandır ki, bir daha hiç "Egodan vazgeçtim" demezsin. O zaman her şeye, tüm mutsuzluklarının yaratıcısının kendin olduğu şakasına gülmek dışında hiç bir şey yapamazsın.
Charlie Brown'ın bazı karikatürlerine bakıyordum. Bir tanesinde logolarla bir ev yapıyordu. Duvarları yaptığı logoların ortasında oturuyordu. Duvarlarla çevrelendiği bir an geliyor; her tarafını duvarlarla kapattığı. Sonra da "İmdat, imdat" diye bağırıyor.
Her şeyi kendisi yaptı! Şimdi de onlarla çevrelendi, hapsoldu. Bu çok çocukça ama senin de tüm yaptığın bu işte. Kendi çevrene bir ev inşa ettin ve şimdi de "İmdat, imdat" diye bağırıyorsun. Ve mutsuzluğun milyonlarca kez çoğaldı - çünkü seninle aynı teknede olan yardımcıların var.
Çok güzel bir kadın hayatında ilk kez bir psikiyatriste gider. Psikiyatrist kadına, "Lütfen biraz yaklaşın" der. Kadın yaklaştığında hemen kadının üzerine atlayıp sarılır ve onu öper. Kadın şok olur. Sonra da adam "Şimdi oturabilirsiniz. Bu benim sorunumu halleder, şimdi sizin sorununuz nedir?" diye sorar.
Problem katmerleşir çünkü aynı teknede olan yardımcılar var. Ve onlar yardım etmek isterler çünkü birisine yardım ettiğinde egon çok çok iyi hisseder - çünkü sen binlerce insana yardım eden büyük bir yardımcı, büyük bir guru, efendisin.
Ne kadar çok insan seni izlerse, kendini o kadar iyi hissedersin.
Fakat sen de aynı teknedesin, yardım edemezsin.
Daha çok zarın dokunur.
Hala kendi sorunları olan birisinin başkalarına pek yararı dokunamaz.Yalnızca kendi sorunları olmayan birisinin sana yararı dokunabilir. Ancak o zaman senin içini görebilecek netlik vardır. Hiçbir soruna sahip olmayan bir zihin seni görebilir; sen saydamlaşırsın.
Sorunları olmayan bir zihin kendi içinden görebilir; bu nedenledir ki, başkalarının içini görebilme yeteneğine ulaşır.
Batı'da çok, birçok sayıda psikanaliz okulu vardır ama insanlara hiçbir yardımı dokunmadığı gibi, çoğunlukla da zarar verirler. Çünkü başkalarına yardım eden kişiler yada yardım etmeye çalışan veya yardım ediyormuş gibi yapanlar da aynı teknenin içindeler. Kişinin kendi egosunu görmesi zordur.
Başkalarının egosunu görmekse çok kolaydır. Fakat önemli olan bu değildir, onlara yardım edemezsin.
Sen kendi egonu görmeye çalış.
Sadece izle.
Ondan kurtulmak için aceleci olma, sadece izle. Ne kadar izlersen, o kadar yeterli hale gelirsin. Bir gün aniden görüverirsin ki, kendiliğinden kaybolmuş. Ve aslında sadece kendiliğinden olduğunda kaybolmuş olur. Başka bir yolu yoktur. Olgunluğuna erişmeden ondan kurtulamazsın.
Kuru bir yaprak gibi düşer.
Ağaç hiç bir şey yapmaz - hafif bir meltem, bir şeyler olur ve ölü yaprak öylece düşer. Hatta ağaç yaprağın düştüğünün farkına bile varmaz. O ses çıkarmaz, bir şey iddia etmez, hiçbir şey yapmaz.
Kurumuş yaprak öylece yere düşer ve dağılır hepsi bu.
Bilinç ve anlayış yoluyla olgunlaştığında ve egonun tüm mutsuzluklarının nedeni olduğunu derinden hissettiğinde, bir gün aniden, kurumuş yaprağın düşmekte olduğunu göreceksin.
O yere ulaşır ve kendi kendine ölür. Sen hiç bir şey yapmadın dolayısıyla ondan kendinin kurtulduğunu iddia edemezsin. Onun kayboluverdiğini görürsün ve gerçek merkez ortaya çıkar.
Ve gerçek merkez ruhtur, Tanrıdır, benliğindir, gerçekliktir yada onu nasıl adlandırmak istersen odur.
Onun adı yoktur, o nedenle de tüm adlar uygundur.
Ona canının çektiği her ismi verebilirsin.
hatırlayın pepsi nin sloganını : HEP DAHA FAZLASINI İSTE....
hatırlayın coca cola nın sloganını: ASLA DAHA AZI İLE YETİNME....
Ego kullanışlı bir şeydir. onu kullan, ama onun tarafından kullanılma.

posted under | 1 Comments

Aşk özgürlüğe giden bir basamaktır

aşk üzerine söylenen her cümle boştur..çünkü yaşanılanları kelimeye dökmek,kendini ifade etme şeklinden biridir..ve aşık olan insan kendini ifade etmek için, şair olur ressam olur yazar olur, sanatla ilgilenir yaratıcıdır vb..
ama aslında esas olan hedef AŞK olmamalıdır...aşk sadece bir basamaktır..özgürlüğe giden...önemli olan özgürlüktür,aşk ona bir basamaktır..en yüce olan aşk değil özgürlüktür...aşık olmak kelimesi, yanında kime veya neye sorusunu getirir..aşık olmak için öteki,diğeri,veya biri gereklidir..ve bütün gereklilikler, tutsaklıktır...özgürlük bu nedenlede çok önemlidir...
aşk gereklidir..çünkü özgür olmak için önce bağımlılık gerekir...aşk ta bu bağımlılıktır...zaten ,aşk kendini diğerinnde yokedebilme sanatıdır..sen kendini tamamen diğeri için yok saydığında bu aşk tır..diğeri için kendini feda etmek, aşktır...ama bu kendini yok etme meselesini senin kelimeden anladığın anlamda söylemiyorum..
kendini diğerinde yok etmek,EGO nun yokolmasıdır... kendini feda etmek,canını vermek gibi kelimeler,aslında ego dan özgürleşmek, ve ölmeden önce ölmek anlamına gelir...zaten ego dan özgürleştiğinde, ortada bir BEN olmayacağı için, o BEN in aşık olacağı muhatap ta olmayacaktır...
aşk bu yüzden yararlıdır..kendini bulman ve egodan kurtulman için.....aşk sevginin hallerinden biridir..ama sevginin kendisi değildir.....sevmek olayı bambaşka bir boyuttur..aşkla pek bağlantısı yoktur...sadece başlangıçta biraz vardır ama genelinde yoktur..
insanlar sevmekten önce sevilmek ister...sevilmek demek,''öteki ''ve ''diğeri''nide beraberinde getirir..bu öteki ve diğeri senin bağımlılığın olur,ve sevilmek bir ihtiyaç halini alır...sevgi ne zaman bir ihtiyaç olursa o gerçek sevgi değildir...insanın önce bu sevilme ihtiyacının nereden geldiğini bilmesi gerekir...niçin sevilmek istiyoruz?
çünkü ego muz oradadır...ego sevilmek ister...EN kavramı ego dan gelir..

sevilmek için önce sevmemiz gerektiğini düşünürüz...ama aslında bu zihnin kurnazca bir oyunudur...burada sevmek görev olarak algılanır...benim sevgim karşılığında senin sevgin.....ortada bir karşılık beklentisi var...aslında bir bakıma doğrudur...sevilmek için sevmek gerekir...ama sevmeyi biliyormuyuz ?
sevmeli ,ama nasıl ? nereden başlamalı ? eğer hemen birini severek başlamak istersek bu yanlış olur...o kadar uzağa gitmeye gerek yok..
sevmeye nereden başlamalı ? en yakınından, yani kendinden ....önce kendini sevmeyi öğrenmelisin..bununda yolları bellidir...kendini suçlamamak, kendine incinebilir olma izni vermek, kendine saygı duymak, kırılgan olduğumuzu kabullenmek,herşeyin doğal ve Allahtan geldiğini bilmek, başlangıç için lazım olan şeylerdir..bunlar olduğunda kendini sevmeye başlarsın...eğer kendini sevmeyi başarabilirsen, kendini sevmeyi öğrenirsen,işte o zaman ,'' öteki'' ve diğeri ne yönelebilirsin...

artık kendini sevmeyi öğrenmişsindir..aynı yöntemi kullanarak, DİĞERİNİ de sevebilirsin..kendini severmiş gibi, öteki nide sevebilirsin...ama 1 numaralı kural kendini sevmektir...diğeri daha sonradır..hem diğeri bir gereklilik değildir...sevginin bu ilginç simyasını anlarsan, herşey düzelir....normal ekonomilerde verdiğinde azalır, ama sevgide tam tersidir...sevgi verdikçe çoğalan birşeydir..
gerçek sevgi koşulsuzdur..gerçek sevginin diğeri ne -öteki ne, ihtiyacı yoktur..onun tek ihtiyacı sevgiyi paylaşabilceği diğeri veya öteki dir.çünkü sevme eylemi kendi içinde tam ve doludur..sevdiğinde sevgiyle dolup taşarsın ve sevgin etrfa yayılır...bu yayılan sevgiden almak isteyenler gelir ve senle bu sevgiyi paylaşırlar...bu sevgiden doyduklarında yolllarına giderler...ama sen bunun için üzülmezsin..çünkü sevme eyleminin kendisi mutluluktan oluşmuştıur..sen diğeri ve öteki olmasada mutlusundur seviyorsundur...çünkü taşmanın nedeni bu yoğunluktur..
sen koşulsuz ve şartsız sevdiğinde gelmek isteyen gelir almak isteyen alır gitmek isteyen gider...bunlar senin dışındaki olaylardır..senin olayın sevme eyleminin kendisi olmak, diğeri ve öteki, senin problemin değil...zaten severken hiçbir şey problem değildir..
aşk bu yüzden özgürlükten sonra gelir..öncelik özgür olmaktır..aşk ta özgürlüğe giden basamaktır....özgürlük, aşk ta dahil tüm bağımlılıklardan sıyrılmaktır...ve o bağımlılıkların dışında kalmaktır.....

bugünlük bu kadar yeterli.....:)

posted under | 2 Comments

Herşey göründüğü gibi olmayabilir.

Büyük bir samuray savaşçısı evinde otururken, bir gece aniden,bir fare nin
farkına varmış. o çok büyük bir samuray mış, büyük bir kılıç ustası.çok
öfkelenmiş,çünkü fare tam önünde oturup,gözlerine bakıyormuş.o zamana kadar
kimse buna cesaret edememiş..

((ortaçağ japonyasın da samuraylar, sarayı ve imparatoru temsil ederdi.ve halktan
veya diğer klanlardan herhangi birinin .bir samurayın gözünün içine bakması,
önce imparatorluğa,sonra, samurayın kendisine, meydan okuma olarak görülürdü...ve dolayısıyla bunun cezası,hemen oracıkta ÖLÜM DÜ....)))
Bu yüzden samuray hemen kılıcını çekmiş, ama fare kaçmamış.sonra fareye
saldırmış,ama aniden fare sıçramış,ve kılıç paramparca olmuş.yere düşmüş..((
samuraylarda kılıcın yere düşmesi, o samuray için onur kırılması
demektir..))
elbette savaşçı çılgına dönmüş,uğraşmış,uğraşmış,ve ne kadar çabalarsa o
kadar yenilmiş..bir fare ile savaşmak zordur. ve bir kez savaşa başlamışsan
yenilgiyi kabullenmişsin demektir. fare cesaretlenmiş,savaşçının her
başarısız hamlesi, fare nin cesaretini daha da arttırmış,savaşçının yatağına
atlamış,savaş.ı dışarı çıkmış, ve arkadaşlarına ne yapması gerektiğini
sormuş.''hayatım boyunca böyle birşey olmadı,bu mucize gibi birşey demiş.. tamamen
yenildim.ve dostları demiş ki : bir fare ile savaşmak çok saçma, kedi
getirmek daha iyi...
ama samurayın yenildiği söylentileri dolaşmaya başlamış.ve kediler bile
işitmiş bu olayı..bu yüzden hiç bir kedi, o eve gitmek istememiş.tüm
kediler toplanmış. aralarında bir önder seçmişler ve demişler ki :
sen git, çünkü bu fare sıradan bir fare değil,büyük bir savaşçıyı altetti.
biz ise sıradan kedileriz. o büyük bir savaşçıyı bile yendiyse,biz ne
yapabiliriz ki...bu yüzden biz dışarda seni bekleriz.sen içeri gir..
önder korkmuş..ÖNDERLER HEP KORKAR.ETRAFTAKİ KORKAKLAR YÜZÜNDEN ÖNDER
OLURLAR.ONLARI SECEN KORKAKLAR YÜZÜNDEN.ONLAR KORKAKLARIN ÖNDERİDİR..
KORKAKLAR OLMASAYDI, ÖNDERLER DE OLMAZDI.. TEMEL OLARAK KORKAKLAR
TARAFINDAN SEÇİLİRLER..
Kedinin içeri girmesi gerekiyormuş,( her önderin gitmesi gerekir.)çünkü
takipçileri onları iter..bir kez önder seçildikten sonra,hiçbirşey yapılamaz
,o yüzden kedi girmek zorundaymış..
kedi içeri girmiş, korkuyormuş,titremeye başlamış,endişeliymiş, fare yatağın
üstünde oturuyormuş..
kedi daha önce hiç böyle bir fare görmemiş.ne yapacağını, hangi yöntemi
uygulayacağını,düşünmeye başlamış, ve o ne yapacağını düşünürken, fare
anında üzerine saldırmış..kedi oradan kaçmış hemen
çünkü bu daha önce olmayan bir olaymış..bir farenin kediyi kovalaması,
dışarı çıkmış ve yere düşüp ölmüş,
bu yüzden samurayın arkadasları,''bu normal kedilerle olmaz,saraya git ve
imparatorun kedisini getir demişler..ancak imparatorluk kedisi bir şey
yapabilir..çünkü bu sıradan bir düşman ve sıradan bir olay değil..böylece
samuray saraya gidip,imparatorla konuşup kediyi almış...
ama kediyi getirirken samuray korkuyormuş, çünkü bu kedi ona çok sıradan ve
zayıf görünüyormuş.
bunun da başaramayacağından korkuyormuş..çünkü ölen kedi,daha iri ve güçlü
bir kediymiş..
bu ise daha zayıf bir kedi.. ''imparator bana şaka yapıyor olmalı diye
düşünmüş..ama samuray imparatorun verdiği kediye karşı çıkamamış...
ve kedi içeri girmiş...FARE Yİ ÖLDÜRÜP DIŞARI ÇIKMIŞ...tüm kediler dışarda
bekliyormuş..
hemen etrafına toplanıp, bu inanılmaz bunu nasıl yaptın, o bizim
önderimizi öldürdü, o çok güçlü bir kediydi..sen o fareyi nasıl
öldürdün.demişler...ve imparatorun kedisi demiş ki: BEN BİR KEDİYİM, O BİR
FARE, BAŞKA HİÇ BİR TEKNİĞE GEREK YOK, KEDİ OLMAK YETERLİ. BEN BİR KEDİYİM
O İSE BİR FARE..
EVET ARKADAŞLARRR.......BU GÜNKÜ HİKAYEMİZİN SONUNA GELDİK...BU ASLINDA
BİR ''ZEN'' HİKAYESİDİR... EĞER SENİN ZİHNİN EFENDİ OLSAYDI. ÇABAYA GEREK
KALMAZDI..HER ÇABA YALNIZCA KENDİNİ KANDIRMAK İÇİNDİR.. SEN BİR KEDİ
DEĞİLSİN VE FARE İLE SAVAŞIYORSUN, SEN EFENDİ SİN, EFENDİ OL..AMA ''EFENDİ''
NASIL OLUNUR? ZİHNİN EFENDİSİ NASIL OLUNUR...?
ANLAMAK , SENİ EFENDİ YAPAR..BAŞKA HİÇBİRŞEY YAPAMAZ..ANLAMAK, HER TÜRLÜ
HAKİMİYETİN SIRRIDIR... ANLARSAN , EFENDİ SENSİN...ANLAMIYORSAN, SAVAŞMAYA
DEVAM EDERSİN, O ZAMAN DA , SAVAŞTIĞIN ŞEYİN KÖLESİ OLACAKSIN,NE KADAR
SAVAŞIRSAN O KADAR DA YENİLECEKSİN...

BU YÜZDEN OLAYLARI ,KABUL ET, İŞİN SIRRI KABULLENMEK TİR.ANLAMAK İÇİN
KABULLENMEK GEREKİR..EĞER İNKAR EDİP, REDDEDERSEN ,İTİRAZ EDERSEN,
HİÇBİRŞEYİ ANLAYAMAZSIN....VE BU KISIRDÖNGÜDEN ÇIKAMAZSIN....BU YÜZDEN
ASLA SAVAŞMA, HERŞEYİ KABULLEN,

KAVRAYIŞ DÖNÜŞTÜRÜR...................................

posted under | 0 Comments

Toz nereye konacak ?


Zen tapınağında Pir ölmüştür. Yeni seçilecek pir için bir yarışma düzenlenir. Hedef dört satırda zeni açıklayabilmektir. İki gün süre tanınır ve sürenin bitiminde sadece iki kişinin yazısı duvarda asılıdır. İlki, en kuvvetli aday, merhum Pirin baş yardımcısınınkidir:

Gövde bilgelik ağacıdır
Zihinse parlak bir ayna
Onu hergün temiz tutmalı ki
Üzerine toz konmasın

Diğerinin ise kim tarafından asıldığı bilinmemekle birlikte, aynı gece gizlice tapınaktan ayrılan ahçı yamağına ait olduğu sanılmaktadır. Yazı şöyledir:

Ne bilgelik ağacı var
Ne de parlak bir ayna
Yok boşluktan başka bi şey
Toz nereye konacak?

posted under | 0 Comments

Kelimeler üzerine


Kelam ve insan :
Yazmak çok güzeldir…okumakta öyle…ne..ve konuşmak ta....ne demiş ata larımız insanlar konuşa konuşa anlaşırmış…ben her ne kadar kelimelere değil de , aralarındaki boşluklara odaklansam da , kelimeler çok şey ifade ederler…harfler ve tınıları….
düşünce beyine gider….beyin ağza sinyal yollar…ağız kımıldar, ve sesler çıkarır…o sesler ve söylenilenler BOŞLUKTAN gelir ve yine BOŞLUĞA giderler…o boşluklardan biri bizim İÇ imizdir..bu yüzden sesleri çıkartmamızı sağlayan düşünceler , içimizdeki boşlukta gezinirler….bir harf söyler. Daha sonra bir harf daha….ve sonra kelimeyi oluşturup 1 kelime söyler….1-2 kelime daha söyleyince alışkanlık yapar, ve kelimeleri sürekli söyleyip cümleyi oluşturur…ve daha sonra cümleler kurmaya başlar…
sonra bakar ki o kadar çok cümle kurmuş ki , hepsini toplayınca bir KİTAP yazmış……sonra bir bakmış ki, konuştuğu şeyler onu yazmaya yönlendirmiş…..KELİMELERDEN SARAYLAR KURMUŞ…….harflerden kaldırım taşları, cümlelerden bahçeler yapmış……ve tabi bu olurken, kullandığımız kelimeler enerji yüklüdürler..bazıları negatiftir…..örnek : NA OLUMSUZLUK ÖN EKİDİR….na mütenai muhabbet..:)
Bazıları pozitiftir…POZİTİF……gibi mesela….yada HER ŞEY ÇOK GÜZEL …. Ola-cak veya olu-yor veya ol-du değil…..sadece HER ŞEY ÇOK GÜZEL….bunu söylemek bile enerjiyi yükseltiyor….deneyin görün..:)

Ben de binlerce kelime yüzlerce cümle kullanıp bir kitap yazmaya çalışıyorum…ama bunu yaparken biliyorum ki : BEN HER NE KADAR HARFLERİ, KELİMELERİ, CÜMLELERİ, SATIRLARI, PARAGRAFLARI, BÖLÜMLERİ , KULLANSAM DA, BENİM MESAJIM HER ZAMAN , KELİMELERİN İÇİNDE DEĞİL, ONLARIN ARASINDAKİ BOŞLUKLARDA OLACAKTIR…..YAZDIKLARIMI OKURKEN SÖYLEYİP YAZDIKLARIMA DEĞİL ONLARIN ARASINDAKİ BOŞLUĞA VE SESSİZLİĞE ODAKLANIN…BENİM KELİMELERİMİN VERDİĞİ MESAJ BU DUR….ARALARDAKİ BOŞLUKLARIN VERDİĞİ MESAJ İSE DAHA FAZLASIDIR VE KELİME İLE İFADE EDİLEMEZ…..

posted under | 0 Comments
Daha Yeni Kayıtlar Ana Sayfa

İzleyiciler

.

Bu adam kimdir?

Fotoğrafım
Önemli-önemsiz her konunun altını çizip üstüne basarım.

    Arayan Bulur


Recent Comments